İmam Cafer Sadık ve Sufilerden Bir Grup
Süfyan-ı Sevri [1], İmam-ı Sadık (a.s)’a geldi; İmamı, yumurtanın akıyla kabuğu arasındaki ince bir zar gibi, çok latif, beyaz bir elbise giymiş olarak gördü. İtiraz kastiyle “Bu elbise sana uygun değildir. Dünyanın süslerine bulaşmaman gerekir dedi senden zühde çalışarak, takva sahibi olman ve kendini dünyadan uzak tutman beklenir.” diye devam etti.
İmam:Sana bir söz söylemek istiyorum; iyice dinle çünkü senin dünya ve ahiretine faydalıdır. Eğer gerçekten yanılıp da bu konu hakkında, İslam dininin görüşünü bilmiyorsan; sözüm, senin için çok faydalı olacaktır. Yok, eğer senin görüşün İslam’da bid’at icadetmek ise bu ayrı bir mesele o zaman bu sözler sana hiç bir fayda sağlamayacaktır.
Belki de sen Allah’ın elçisinin ve sahabesinin sade ve fakirane durumunu kendi zamanlarında, göz önüne getiriyorsun ve bütün müslümanların kıyamet gününe kadar, aynı durumu, örnek alarak, daima fakirce yaşamalarını, bir vazife olarak düşünüyorsun. Fakat ben sana söyleyeyim, Allah’ın elçisi öylesine bir zaman ve muhitteydi ki fakirlik, yoksulluk onları altına almıştır. Bütün halk, yaşamak için gerekli olan ihtiyaç araçlarından mahrumdu.
Resül-i Ekrem (s.a.a) ve sahabesinin yaşamının vaziyeti, umumun o zamanki durumuna bağlıydı. Fakat yaşama araçlarının mevcut olduğu ve ilahi bağışların bol bulunduğu bir asır ve zamanda, o nimetlerden yararlanma hakkı, en çok iyi ve salih kişilere aittir, değil ve kötülere değil Müslümanlara aittir kafirlere değil.
Beni hangi şeylerde ayıplıyorsun sen? Allah’a yemin ederim ki nimetlerden ve ilahi bağışlardan faydalandığımı gördüğün gibi, buluğ çağına ulaştığım zamandan beri, malımda başka kimselerin hakkı olursa, onu nasıl ödemem gerekir düşüncesiyle geçmeyen bir gece veya gündüzüm olmamıştır.
Süfyan İmamın mantığına bir cevap veremedi. Başı aşağı ve yenilmiş olarak dışarı çıktı. Dostları ve meslektaşlarına gidip macerayı anlattı. Onlar da birlikte gidip İmamla tartışmaya karar verdiler.
Topluluk birleşti ve “Arkadaşımız, güzelce kendi delillerini zikredemedi, biz şimdi parlak delillerle sizi mahkum etmeye geldik.” dediler.
İmam:Delilleriniz nedir? Açıklayınız.
Topluluk:Delillerimiz Kuran’dandır.
İmam:En iyi delil Kuran’dan olur zaten, açıklayınız, dinlemeye hazırım.
Topluluk:Biz, Kuran’dan iki ayeti iddiamız ve benimsediğimiz yolun doğruluğunu kanıtlaması için getireceğiz ve bu bizim için yeterlidir. Allah Kur’an-ı Kerim’de, bir yerde, sahabeden bir topluluğu şöyle övüyor: “Kendileri yoksullukta ve sıkıntıda oldukları halde başkalarını kendilerine üstün tutarlar, ve öyle kimselerdirler ki, cimrilikten ve kıskançlık sıfatlarından uzak kalırlar, onlardır kurtulanların ta kendisi.[2] Ve başka bir yerde Kur’an diyor ki, “Yemeğe ihtiyaçları olduğu halde, onları fakir, yetim ve esire yedirirler.”[3]
Sözleri buraya geldiği zaman, meclisin kenarında oturan ve onların sözlerine kulak veren biri dedi ki; “Şimdiye kadar anladığım şey şu ki, sizin kendi sözlerinize bile inancınız yok. Siz bu sözleri halkın, kendi mallarına karşı ilgisiz kalıpta onları sizlere bağışlamasını ve buna karşılık, o mallardan kendinizin faydalanmanızı tasarlıyorsunuz.
İmam: Şimdilik bu sözleri bırakınız. Bunların faydası yoktur. Sonra topluluğa dönüp buyurdu: “Önce söyleyiniz, Kuran’dan delil getiren sizler, acaba Kuran’daki muhkem, müteşabih, nasih ve mensuh’u ayırd ediyor musunuz, etmiyormuş susuz?. Bu ümmetin doğru yolundan sapanların çoğunun, asıl uzaklaşma nedeni, Kuran’da mevcut olan, gerçek ve sahih bilgilere sahip olmamaları oldu.
Topluluk:Elbette bu konuda bir miktar bilgimiz var, fakat tam değildir.
İmam: Sizin talihsizliğiniz de bundandır. Peygamber (s.a.a)’in hadisleri de Kuran’ın ayetleri gibidir. Onları da kamilen tanımak ve öğrenmek lazımdır. Ama Kuran’dan okuduğunuz bu ayetler, ilahi nimetlerden yararlanmayı yasaklamaz. Bu ayetler bağışlamaya bağlıdır. Bir kavmi övüyor. Çünkü onlar muayyen bir zamanda diğerlerini, kendilerine üstün kıldılar ve helal olan mallarını başkalarına verdiler, vermeselerdi de hiç bir suç ve günah işlemiş olmazlardı. Allah onlara böyle yapmanız gerekir diye emretmemişti, fakat, yapmalarını da yasaklamamıştı. Onlar, şefkat, ihsan hükmüyle kendilerini yoksulluk ve sıkıntıya bırakmışlar ve başkalarına vermişler. Allah da onlara mükafat verecektir. O halde, bu ayetler sizin iddianıza uymuyor. Çünkü siz halkı kınıyorsunuz ve Allah’ın onlara layık gördüğü mal ve nimetlerini kendilerine yasaklıyorsunuz. Onlar, o gün verdiler, dağıttılar. Fakat sonra bu konuda Allah tarafından mükemmel bir ferman geldi; bu işin sınırlarını tayin etti. Sonradan gelen bu ferman, onların işini feshedicidir. Elbette ki bizim, bu düstura tabi olmamız gerekir; değil onların ameline.
Allah, inananların durumunu düzeltmek için özel lütfu vasıtasıyla, kişinin kendini ve ailesini darlığa atmasını ve avucundakileri başkalarına bağışlamasını yasaklamıştır. Çünkü kişinin ailesi arasında dayanma gücü olmayan zayıflar, küçük çocuklar, ihtiyarlar vardır. Eğer ben kazandığım bir parça ekmeği dağıtırsam, sorumlu olduğum ailem telef olacaktır. Binaenaleyh Resül-i Ekrem (s.a.a) buyurdu ki “Bir kaç tane hurması veya birkaç ekmeği ya da bir kaç tane dinarı olan bir kimse, onları dağıtmaya kalkarsa, ilk önce babası ve anasına dağıtması gerekir, ikinci derecede kendisi, hanımı ve çocuklarına, üçüncü derecede akrabalarına ve mümin kardeşlerine ve dördüncü derecede hayrata. “Bu dördüncüsü onların hepsinden sonradır. Allah’ın elçisi, Ensardan bir adamın öldüğünü ve sahip olduğu küçük servetini de Allah yolunda verdiğini işitince buyurdu: “Eğer önceden bana haber vermiş olsaydınız, onu müslümanların mezarına defnetmeye bırakmazdım çünkü o, geriye halka karşı muhtaç duruma düşebilecek çocuklar bıraktı.” Babam İmam Bakır (a.s) bana, Allah’ın elçisinin “Daima bağışlarınızda ailenizden başlayınız, akrabalık sırasına göre, yani her zaman önde gelen kimse tercih edilir.” diye, buyurduğunu nakletti.
Bütün bunlara ilave olarak, Kur’an-ı Mecid’in (Aziz-i Hüsen) hükümleri de gidiş ve tutum tarzınızı yasaklar. Orada şöyle buyuruyor: “İyi bilen kimseler onlardır ki bağış makamında ne çok süratlı ne de ağır olurlar, itidal yolunu önlerine alırlar.”[4] Kur’an-ı Kerim’deki pek çok ayetlerde bağış ve yardımdaki israf yasaklanız.Aynı şekilde cimrilik de yasaklanır. Kur’an, bu iş için ortada gitmenin (tutumlu olmanın) sınırlarını belirlemiştir. İnsan sahip olduğu her şeyi başkalarına versin ve kendisi eli boş kalsın sonra elini duaya kaldırıp “Allahım bana rızk ver” diye yalvarsın değil, Allah böyle bir duayı asla uygun bulmaz. Çünkü Peygamber-i Ekrem(s.a.a) “Allah şu bir kaç grubun duasını kabul etmez” buyurmuştur:
1.Allah’tan babası ve annesinin kötülüğünü isteyen kimse,
2.Malını şahid tutmaksızın ve yazmaksızın karşı tarafa ödünç veren ve malı o kimse tarafından yenildiği Taktirde, duaya yönelip çare isteyen kimse. Elbette Allah bu kimsenin duasını kabul etmez. Çünkü o kendi eliyle çare yolunu ortadan kaldırmış ve malını senetsiz, şahitsiz başkasına vermiştir.
3) O kimseki Allah’tan hanımının kötülüklerinin Defi’ni ister. Çünkü bu işin çaresi kendi elindedir. Eğer gerçekten bu kadının elinden rahatsızsa evlilik bağını boşanmakla koparabilir.
4) Evinde oturmuş, ellerini bağlayıp, Allah’tan rızk isteyen kimse. Allah bu cimri ve cahil kuluna der ki: “Ey kulum! Ben sana çalışma ve hareket yolunu açmadım mı? Sana, uzuvlar ve organlar vemedim mi? Sana göresin, işitesin, düşünesin, çalışasın, ve dua edesin diye el, ayak, göz, kulak ve akıl vermedim mi? Bütün bunların yaratılışında bir hedef ve gaye vardır. Bu nimetlere şükretmekse bunları gayelerine uygun bir yönde çalıştırılmakla olur. Ve bu şekilde seninle kendi aramdaki delilleri, tamamlamış oldum ki, gayret yoluna adım basasın, ve benim düsturuma dönerek çalışasın, itaat edesin ve başkalarının omuzuna yük olmayasın, bu takdirde, eğer umumi meşiyetime uygun olursa sana bol rızık vereceğim, fakat bununla beraber bazı sebep veya maslahatlardan dolayı, yaşantın düzelmezse, o zaman kendi gayret ve vazifeni yapmış olduğun için, bir mazeretin kalmaz.
5. O kimse ki, Allah ona bol mal ve servet verir, o da onları fazlasıyla saçıp savurarak yok eder ve sonra elini duaya kaldırarak “Allahım bana rızık ver” diye yalvarır. Allah cevaben şöyle der:
“Ben sana bol rızık vermedim mi? Niçin tutumlu olmadın? -Bağış ve ihsanda tutumlu olmak gerekir diye düstur koymadım mı? -Hesapsız harcamayı yasaklamadım mı?
6. O kimse ki akrabalık bağlarını kesmek için dua eder ve Allah’tan, yakınlara bağlı kalmanın kesilmesinin gerekli olduğunu diler. Veyahut da o kimse ki akrabalık bağını kesmiş olduğu halde başka bir konuda dua etmek ister. Allah, Kur’an-ı Kerimde, özellikle Peygamberine ihsanda, tutumunu öğretti. Çünkü şöyle bir olay oldu: Peygamberin yanında bir miktar altın vardı ve o, onları fakirlere harcamak istiyordu. Ve hatta o paranın bir gece bile kendi evinde kalmasını istemiyordu, onun için bir günde altınların hepsini, ona buna verdi. Sabahleyin başka bir dilenci Peyda oldu ve ısrarla Peygamberden yardım istedi. Peygamberin de elinde, dilenciye verecek hiç bir şeyi yoktu. Bu yüzden çok rahatsız oldu ve üzüldü. Burada Kuran’ın şu ayeti indi ve konuyla ilgili düsturu getirdi, gelen ayet şuydu: “Elini boynuna bağlama, tamamiyle de açma, sonra kendini kınar ve bir şeye gücün yetmeyerek pişman bir halde oturur kalırsın”[5]
Bunlar peygamberlerden gelmiş hadislerdir. Kur’an ayetleri de bu hadislerin anlamını te’yid eder. Elbette Kuran’a inanmış olanlar, Kur’an ayetlerindeki mazmunlara da inanırlar.
Ebu Bekir’e ölüm zamanında “Malın hakkında bir vasiyet yap” denildi. “malımın beşte biri dağıtılsın, geriye kalanı, mirasçıların olsun, ve beşte biri az değildir” dedi.
Ölüm hastalığındaki bir hastanın malının üçte birini de vasiyet etmeye hakkı vardır. Eğer o zat bütün haklardan istifade etmenin en iyi olduğunu bilseydi üçte birini vasiyet ederdi.
Fazileti, zühdü takvası ile tanıdığınız Selman ve Ebu Zer’in tutumları da dediğim gibi aynı şekildeydi.
Selman, yıllık ihtiyacını beyt ülmaldan aldığı zaman, bir yıllık masrafını göz önüne alarak kendisine diğer seneye ulaştıracak miktarı ayarlıyordu. Bunu görenler ona: “Bütün bu zühdü takvayla bir yılın masraflarını toplamak düşüncesinde misin?diye sordular,belkide bu gün veya yarın ölecek, senenin sonuna yetişmeyeceksin O cevaben şöyle dedi: “Ya ölmezsem!?… Niçin sadece ölüm ihtimalini düşünüyorsunuz, bir ihtimal daha var, o da sağ kalmamdır ki bu takdirde masraflarım ve ihtiyacım olacaktır. Siz bilgisizlerin gafil olduğunuz nokta şudur ki bilmiyorsunuz ki eğer yeteri kadar yaşama vesilesi olmazsa, insanın nefsi hakka ita ata ağırlık eder, Hak yolunda kullanması gereken neşesini ve gücünü kaybeder ancak yeteri kadar vesile hasıl olunca rahata kavuşur.”
Ebu Zer’in sütlerinden istifade ettiği bir kaç deve ve koyunu vardı zaman zaman et yemeğine ihtiyacı olursa, veya bir misafir gelirse, ya da başkalarını muhtaç görürse, onların etinden istifade ederdi. Ve başkalarına vermek istediğinde, onların karşısında kendisine de bir pay ayırırdı.
Kimdi bunlardan daha çok zahit? Peygambberin bunlar hakkında neler söylediğini hepiniz biliyorsunuz. Bu şahıslar hiç bir zaman kendi mallarının tümünü zühd ve takva adıyla bağışlamadılar, ve sizin bu gün teklif ettiğiniz yol gibi, halk, varını- yokunu harcayıp kendilerini ve ailelerini sıkıntıya terk etme yoluna gitmediler.
Ben size, babamın soyundan ve dolayısıyla Allah’ın elçisinden naklettiği şu hadisi hatırlatayım:
Bilmiyorum bu gün size söylediklerim yeterlimidir? yoksa daha da mı anlatayım? Biliyor musunuz ki, İslamın ilk devrinde müslümanların sayısı az olduğu için cihad kanunu şuydu: Bir müslüman on kafire karşı mukavemet etmelidir. Eğer direnmezse suç ve günah işlemiş sayılırdı. Fakat sonra imkanlar artınca Allah, lütfü ve merhametiyle büyük bir kolaylık sağladı ve bu konuyu şöyle değiştirdi: Her müslüman yalnız, iki kafire karşı direnmekle vazifelidir. Daha fazlasıyla değil.
Sizden, İslam adalet mahkemeleri ve adaleti hakkında bir şey sormak istiyorum. farz ediniz ki, sizden biriniz, mahkemededir ve hanımının nafakası konusu mevzu bahistir. Hakim “Hanımının nafakasını vermen gerekir” diye hüküm verirse o kimse burada ne yapar? Acaba “Ben zahidim, dünya malından kaçınmışım” diye mazeret mi getirir. Acaba bu meşru bir mazeret midir? Sizce hakimin “Hanımının masraflarını, vermen gerekir” hükmü, hak ve adalete mutabık mıdır; yoksa zulüm müdür? Söyleyiniz, eğer bu hüküm zulüm ve haksızlıksa, açık bir yalan söylemiş olmuyor musunuz? Yok, eğer hakimin hükmü doğrudur diyorsanız, mazeretiniz batıldır. Öyleyse yolunuzun ve tutumunuzun yanlış olduğunu kabul ediniz.
Diğer bir soru: Zaman zaman, Müslümanlar vacip veya vacip olmayan bazı bağışlar vermek zorundadır. Mesela zekat ya keffare veriyorsunuz. Şimdi biz, zühdün manasını, hayattan ve hayatta muhtaç olunan şeylerden kaçınmak farz edelim ve bütün halkın, istediğiniz şekilde zahid olduğunu farz edelim. Hayattan ve muhtaç olunan şeylerden yüz çevirsinler. O halde keffarelerin ve vacip sadakaların gereği ne olur? Altın, gümüş, koyun, deve, öküz, hurma, kuru üzüm ve diğerlerine taalluk eden zekatları verme vazifesi ne olur? Bu sadakalar, yoksulların daha iyi yaşamaları veyahut nimetlerinden nasiplerini almaları için farz edilmiş değil midir? Bütün bunlar gösteriyor ki dinin hedefi, ve bu hükümlerden maksat, hayat nimetlerine ulaşmak ve onlardan faydalanmaktır. Fakat dinin hedefi, fakir olmak olsaydı, dini terbiyenin de en yüce sınırı insanoğlunun, bu dünyanın malından kaçınması, fakirlik ve çaresizlik içinde yaşaması olurdu. O takdirde fakirler, o yüce hedefe ulaştıklarından onlara memnun ve saadetli hallerinden çıkmaları için bir şey vermek gerekmezdi. Ve ne de, onların mutluluk denizinde yüzdükleri için, bunu kabul etmeleri gerekirdi. Aslında eğer hakikat, sizin söylediğiniz biçimdeyse, o zaman hiç kimsenin, elinde bir mal bulundurması doğru değildir. Bilakis eline geçeni vermesi gerekir böylece artık zekat meselesi ortadan kalkmış olur.
O halde belli oldu ki, siz çok tehlikeli ve çirkin bir yol seçmişsiniz ve halkı da kötü bir yola davet ediyorsunuz. Gittiğiniz ve diğer halkı ona çağırdığınız yol, Kur’an ve peygamberin sünnet ve hadislerinden habersiz olma cehaletinden doğmaktadır. Bunlar şüphe götüren hadisler değildir. Aksine öylesine hadislerdir ki, Kur’an, onların doğruluğuna şahitlik eder. Ama Peygamberin hadislerine inancınız yoksa ve reddediyorsanız bu da başka bir cahilliktir. Siz, Kur’an ayetlerinin manasındaki ince anlamlı ve hayret verici sözlerden yararlanmayı düşünmüyorsunuz. Nasih ile mensuh, muhkem ile müteşabih arasındaki farkı bilmiyorsunuz. Emir ve yasağı teşhis etmiyorsunuz.
Süleyman ibn Davud’un kıssası hakkında bana cevap veriniz. O Allah’tan öylesine bir saltanat istedi ki, ondan daha yükseği, hiç bir kimseye mümkün olmasın.[6] Ve Alllah, ona istediği şekilde bir saltanat verdi. Elbette ki, Süleyman, haktan gayri bir şey istemiyordu. Süleyman’ın, dünyada böyle bir saltanat istemesinden, ne Allah Kuran’da, ne de hiç bir mümin başka bir yerde bir kusur görmedi.
Süleyman’dan önce gelen, Davud Peygamber de aynı şekildedir. Yusuf’un hikayesi de böyledir ki: Padişaha, resmen “Bana hazinedarlık ver, çünkü hem eminim, hem de işimi bilirim”[7] Sonra işi öyle bir yere geldi ki Mısır’dan Yemen sınırına kadar ülkenin işleri ona verildi. Kıtlık zamanında çevreden ona gelirler, yiyecek satın alırlar ve dönerlerdi. Elbette ki, ne Yusuf haksız bir iş yapmaya meyl etti, ve ne de Allah Kuran’da bu işi Yusuf’a ayıp saydı. Ve yine Allahı seven ve Allah tarafından sevilen bir kul olan Zülkarneyn’in kıssası da aynı şekildedir. Cihan esbabı, kendisine verildi ve doğu ile batının maliki oldu.
Ey kalabalık! doğru olmayan bu yoldan uzaklaşınız ve kendinizi İslam terbiyesiyle edeplendiriniz Allah’ın emrettiği ve yasakladığı şeylere tecavüz etmeyiniz. Önünüzdeki düsturu (kaideleri) harap etmeyiniz. Bilmediğiniz meselelere müdahale etmeyiniz. O meselelerin ilmini ehlinden sorunuz. Nasihi mensuhdan, muhkemi müteşabih ten, helali haramdan ayıracak derecede olunuz. Bu sizin için, daha iyi daha kolay, ve cahillikten de daha uzaktır. Cehaleti bırakınız, çünkü taraftarı az olan ilmin aksine cehaletin taraftarı olan bir çok kimseler vardır.
Allah, her bilgi sahibinden, daha yüksek olan, başka bir bilgin vardır” buyurdu.
Hicri ikinci yüzyılın başlarında, Müslümanlar arasında, kendilerini zahid ve sufi diye adlandıran bir grup meydana çıktı. Bu grubun hayat hakkında özel bir görüşleri vardı ve başkalarını da aynı görüşe davet ediyorlardı. Yollarının ise din yoluyla aynı doğrultuda olduğunu göstermek istiyorlardı. Dünya nimetlerinden uzak kalmak gerektiğini, müminin güzel elbise giymemesi, zevke uygun yemek yememesi ya da yüksek mevkide bulunmamasının lazım geldiği iddiasındaydılar. Bunlar, başkalarının, zaman zaman ilahi nimetlerden faydalandıklarını gördüklerinde, onlara çok sert biçimde hakaret ediyor ve kınıyorlardı. Sadece bununla kalmayıp aynı zamanda o kimseleri, dünya ehli olarak görüyorlardı, Allah’dan uzaklaşmış sayıyorlardı. Süfyan’ın İmam Sadık(a.s)’ı kınaması da aynı düşünce tarzına dayanıyordu. Bu düşünce tarzının dünyada bir geçmişi vardır; Yunan’da, Hind’de ve hatta dünyanın her yerinde bu tarz düşünceye az çok rastlanmıştır. Müslümanlar arasında da görünmüştür ve hatta ona dini bir renk bile vermişlerdir. Bu inanış, yeni gelen nesillerde de devam ederek şaşılacak derecede nüfus etti ve Müslümanlar arasında özel bir mektep şeklinde gelişti, denilebilir. Bu fikrin sahipleri hayat kaidelerine hürmet etmeme ve işlerinde kayıtsız kalma doğrultusundaydılar ve netice olarak İslam ülkelerinin yıkılmasında ve geri kalmasında önemli bir rol oynadılar.
Bu mektep ve felsefenin yayılışı, yalnız kendilerine resmen sufi adı veren tabakaya mahsus olarak kalmadı. Aynı zamanda zühd ve takva ve “dünyayı terketme” adları altında gelişen bu özel düşünce şekli, Sufiler arasında Nüfuz ettiği kadar kendilerini Sufi zıddı gösteren, diğer tabaklar ve İslami mezhep grupları arasında da az gözükmemiştir. Ve yine denilebilir ki; kendisine sufi denilen her şahıs da bu düşünce tarzına sahip değildir. Şüphesiz ki, bu tarzdaki düşünceyi, bir nevi toplumsam hastalık saymak gerekir. Hem de toplumun ruhsal felcine sebebiyet veren tehlikeli bir hastalık. Bu tarzdaki bir düşünceyle mücadele etmek ve onu ortadan kaldırmak lazımdır. Maalesef, şimdiye kadar bu adla yapılmış ve yapılmakta olan mücadelelerin hiç biri bu hastalığa yani “bu düşünce tarzına” karşı gelmemiştir. Sadece isimlerle lafızlarla ve şahıslarla yapılan bir mücadele şeklinde kalmıştır, bunlar ise dünyevi mevkileri elde etmek amacıyla yapılan, sözde bir mücadeledir. Ne yazık ki Sufilerle mücadele edenlerin kendileri bizzat o hastalığa daha fazla mübteladırlar ve o hastalığın yayılmasına sebep oluyorlar. Ama mücadele edenlerin anlayış yetersizliği ve cehaleti nedeniyle, insanlığın büyük bir şaheseri olan ve çok az kişinin eline geçen, “o yüce ve latif irfani düşünce silsilesi” çeşitli hamlelere maruz kalıyor.
Sufilerle mücadele, onların, o özel düşünce şekilleri ve hastalıklarıyla olmalıdır, tıpkı İmam Sadık (a.s)’ın açıkladığı ve metinde geçen hadiste olduğu gibi böylesine ve nerede olursa olsun ve her hangi grup tarafından ibraz edilirse edilsin ve ne isimle adlandırılırsa adlandırılsın, bu şekildeki düşünce tarzıyla mücadele etmek gerekir.
İmam (a.s)ın bu husustaki açıklaması büyük bir dağılım gösteren bu çeşit düşünce tarzının reddindeki açıklamaların, en derli-toplusudur. Etraflıca yapılan bu açıklamanın hadis kitaplarında zaptedilip korunmuş olması da sevindiricidir.
Dipnotlar :
[1] – Tuhaf-ul Ukul S. 348-354 C: 5. ve Kafi, Bab-ul maişe, S. 65-71 C: 5.
[2] – Haşr suresi 9. ayet
[3] – Dehr suresi 8. ayet
[4] – Furkan suresi 167. ayet
[5] – İsra suresi 29. ayet
[6] – Sure-i Sad 35. ayet
[7] – Yusüf suresi 57. ayet