Bilâl el-Habeşî (r.a)
Peygamberimizin Müezzinleri (Bilâl el-Habeşî)
Miladî 7. asrın başlarında Mekke’de İslâm ışığıyla aydınlanmış pırıl pırıl bir zenci yürek vardı:
Bilâl b. Rebah el -Habeşî…
Ümeyye b.Halef’in, şirkin zifiri karanlığında katranlanmış kalbi, kölesinin mütevazî gönlündeki aydınlığı, İslâm ışığını sezdi. Öfkesinden küplere bindi. Ne demekti? Efendinin izni olmadan Bilâl nasıl putları terkeder, nasıl İslâm’ı seçerdi? Hesap vermeliydi…
Mekke gündüzünün öğle sıcağında alev alev yanan kumlara, Bilâl’in siyah tenli, temiz yürekli ince ve fakat mutlaka çıplak vücudu gömülmeliydi.. Üzerine kalkmayacağı ağırlıkta koca taşlar dizilmeliydi. Ümeyye b. Halef böyle düşünüyor ve düşündüğünü de en küçük bir acıma hissetmeden uyguluyordu.
Bilâl, müslüman olduğunu ilan eden ilk yedi kişiden işkenceye tabi tutulanlararasında bulunuyordu.
Dayanılmaz işkenceler altında yanan, kavrulan Bilâl, tek bir kelime fısıldayabiliyordu: Ehad, ehad ,ehad… Allah bir, Allah bir, Allah bir…
İşkence ağırlaşıyor ama cevap değişmiyordu. Saatler geçiyor fakat cevap yine değişmiyordu. Sadece ehad, ehad, ehad diyordu.
Ümeyye işkence üzerine işkence deniyor, Bilâl de ise cevap hiç mi hiç değişmiyordu. Sanki Bilâl, kum denizini, Mekke ufkunu bir şeylere şahit tutmak istiyordu. Zira kaynaklar işkence gören müslümanlardan sadece Bilâl’in, müşriklerin istedikleri sözleri söylemediğini kaydediyordu. Onlara (inne lisani la yuhsinuhu) ” dilim dönmüyor” diye direniyor52 fakat o sadece ehad, ehad, ehad diyordu.
Kaç gün sürdü, kaç kez tekrarlandı bu işkence? Kimsenin bildiği yoktu. Bilâl de unutmuştu. Onu, tarih ” dini üzere musırr” (Kâne şahihan alâ dinih) olarak bulmuştu. 53
Ümeyye’nin kudurduğu, Bilâl’in ehad ehad diye soluduğu bir gündü. İlk müslüman, müslümanların hamisi Ebu Bekr göründü. Ümeyye laf anlamazdı. Katrânî kalbine bir şeyin tesir etmesi imkasızdı. Belki kesesi laf anlardı. “satar mısın?” dedi, Ebû Bekr,” bu köleyi bana”
7 ukiyye ver götür, dedi Ümeyye.. Ebu Bekir:
– Salıver Bilâl’i, gel al paranı, diye gürledi.
Yaralı ve bitkin vücudu, dipdiri kalbi, dilinde ehad , ehad kelimeleriyle doğruldu Bilâl’in ince ve genç bedeni..
Ebu Bekr, büyük bir nezaketle;
-Allah için hürsün Bilâl! dedi. Bilâl:
– Allah mükafatını kat kat versin, diye mukabele etti.
Hz.Ömer bu olayı hatırlatarak ” Seyyidimiz (Bilâl), seyyidimizin (Ebu Bekr) hasenatındandır” derdi. (Zehebî, Siyer, l, 359)
Bilâl’i ehad kelimeleri diriltmişti. Allah bir’di. Güçlüydü. Kuvvetliydi, bilirdi…
Bilâl habeşliydi. Ama Habeşistan’a hicret etmedi. Mekke’de kalmayı yeğledi. Onun kişiliğinde bu nokta üzerinde durulmaya değerdi. Bilâl şimdi dipdiriydi. Çünkü muhacirler arasında Medinetu’n, Nebî’deydi. Sevdiğiyle beraberdi. O’nun doyum olmaz hizmetindeydi.
Hicret’in üzerinden sekiz ay geçmişti ki bir gün Sevgili’nin emriyle kendini Mescidu’n-Nebi’nin yakınındaki evin damında buldu. Yanık ve tiz sesiyle tüm kainata sesleniyordu: Allahu ekber, Allahu ekber….
Ezan okuyordu Bilâl. Müezzin olmuştu Bilâl, Mekke kumlarına soluk soluk gömdüğü ehad ikrarlarını şimdi ekrebe çevriyor ve o günki direnişinin mükafatını böylece görüyor ve en yüksek perdeden var gücüyle sesleniyordu. Allahu ekber, Allahu ekber..
Rasûlullah’ın yanında, O’nu gölgesi gibi izledi.. Hazarda , seferde Rasûlullah imam, Bilâl müezzindi. Çünkü o artık “seyyidu’l- müezzinin” di. ” O’na, onun davetine artık ancak mü’min olan icabet ederdi. “54
Bilâl, Medine’de okuduğu ilk ezana55, bir başka kentte bir başka kez aynı heyecanla bir ezan daha ekliyecekti. Allahu ekber diyecekti…
Mekke fethedilmişti. Putlar ” hak geldi, batıl yok oldu”56 ferman-ı ilahîsi ve Rasûlullah’ın emriyle yere serilmişti. Kâ’be temizlenmişti. Sıra İslâm hakimiyetini Mekke ufuklarına ilana gelmişti. Bilâl hazırdı. Ka’be’nin üzerinde pırıl pırıldı. Bütün heyecanı ve aşkıyla, yıllar önce Mekke kumlarına gömdüğü soluğunu topladı ve birden ” ALLAHU EKBER, ALLAHU EKBER…” nidalarıyla Mekke dağlarını çınlattı57. O ses artık kıyamete dek Mekke ufkunda yankılanıp duracaktı. Mekke’nin müşrikleri Bilâl’i, Habeşli Bilâl’i Ka’be üzerinde ezan okurken görünce ” Yuh olsun bize! Şu köleler kadar bile olamadık. Onlar nelere erdi, biz nerelerde kaldık?” diye dünyanın en büyük gafletine yanacaklar, hayıflanacaklardı. 58
Bilâl de birgün yanacaktı. Ama “imam”ını kaybettiğine yanacak, günlerce ılık ılık ağlıyacaktı.
Rasûlullah Efendimizin (s.a.) defninden sonra Bilâl artık ezan okuyamadı. Seven yufka yüreği Hz.Peygamberin ayrılığına O’nu terennüme dayanamadı. Müşriklerin işkencelerine dayanmış ruhsat verilmiş olmasına rağmen asla onların istedikleri kelimeleri söylememiş olan Bilâl 59 İşte şimdi bütün direncini kaybetmişti. Halife Ebû Bekir’den müezzinlikten affını diledi. Halife kabul etmedi. Ama , oyapamadı.
– Beni kendin için satın alıp azad ettiysen tut. Yok eğer Allah için azad etmişsen, bırak beni Şam’a gideyim cihad edeyim dedi. Halife Hz. Ebû Bekir izin verdi, başarı diledi, onu Şam’a gönderdi.60
Şam’da da bütün ricaları cevapsız bıraktı Bilâl. Ama el-Cabiye’yi teşrif eden Hz. Ömer’i kıramadı. Bir kere daha özlenen ezanını okumaya başladı. ” Eşhedü enne Muhammeden rasûlullah ” cümlesini söylemeye yüreciği dayanamadı. Gözleri pınarlaştı, onun en çok ağladığı gün o gün olmuştu.61 Mü’minler de onunla birlikte ağladı, ağladı…
Bir başka gün gördüğü rüya üzerine Medine’ye Hz. Peygamber’i ziyarete geldi. Hz. Hasan ve Hüseyin’le karşılaştı. Onları hasretle kucakladı öptü. Hasan ve Hüseyin :
– Ey Bilâl! Ezanına hasret kaldık , dediler.
Onları kıramadı, yıllar sonra Medine’de son bir kere daha ezan okudu. Onun unutulmaz ezanını duyan Medineliler, Rasûlullah’ın (s.a.) tekrar aralarına döndüğünü sandılar, tuhaflaştılar, heyecanlandılar. Oturup hep beraber Peygamberi (s.a.)’i andılar, ağlaştılar, ağlaştılar.62
Bilâl’in ehad’den ekber’e ulaşan yanık sesi, gür nefesi Şam’da sustu. Ehad’e, Ekber’e kavuştu. Yakınları ağlarken o gülüyordu. “Sevgiliye ve dostlarına kavuşacağım diyordu. Hayatı Ezan-ı Muhammedî’nin terennümüyle geçmiş, son yılları Muhammedi hasretle pişmiş Bilâl şimdi son nefesinde dostuna kavuşma sevinci ile dipdiriydi. Zaten o, daha hayatında cennetle müjdelenmişti.63
Ashab-ı kiram gibi ümmet de artık Habeşli Bilâl’i tanıyor, ihtiramla anıyordu. Bilhassa Osmanlı irfanı ona, onun ismine camilerde müezzin mahfilleri üzerinde özel bir yer ayırıyordu. Şimdi artık okunan her ezanda biraz da Bilâl canlanıyordu. Zira bilindiği gibi tesvib (sabah ezanında es-Salatü hayrun mine’n-nevm demek) Bilâl’in, – Rasûlullah’ın tasvibinden geçmiş- ilavesidir. 64
Özellikle cuma günleri ” pîr-i müezzinin ” veya “seyyidu’l-müezzinin Bilâl-i Habeşî radıye anhu’l,Bârî hazretlerinin …” diye başlayan müezzinler Bilâl’in ehad’dan ekber’e yükselişini bir başka deyişle vahdetten kesrete erişini, daveti Habeş’ten evrene iletişini hatırlatmaktadırlar. Bilâl’i bu yolda izlemek müezzinler için şereflerin en yücesidir. Zira Bilâl’i olduğu gibi her mü’mini yücelten de hiç şüphesiz sadece ve sadece İslâm hizmetidir.
Dipnotlar: 52. İbn Sad, Tabakat, III, 232; Zehebî, Siyeru a’lami’n-nübelâ, l, 348 53. 54. bk. İbn Ebi Şeybe, Musannef, l, 225; Heysemî, Mecmeu’z-zevaid, l, 356. 55. bk. İbn Sa’d, Tabakat, III, 234-235. 56. el-İsra, 17/81. 57. İbn Hişam, Sîre, IV, 56; Zehebî, Siyeru Alamu’n-Nubela, l, 356 58. Benzer bir anlatım için bk. İbn Hişam, Sîre, IV, 56. 59. bk. İbn Sad, Tabakat, III, 232; Zehebî Siyeru Alamu’n-nubela, l, 348. 60. Konuya ait rivayetler farklı bilgiler vermektedirler. Bilâl’in bu izni ancak Hz. Ömer’den alabildiği de kaydedilmektedir, bk. İbn Sad, Tabakat, III, 236; Zehebî.Siyeru Alamu’n-nubela, l, 356-357. 61. Zehebî, Siyeru a’lamu’n-Nubela, l, 357. 62. İbnu’l-Esir, Üsdü’l-gabe l, 244, 245; Zehebî, Siyeru a’lamu’n-nubela, l, 358. Bu duygu ve heyecanlanma bir bilgiye de istinad ediyordu. Zira Bilâl, sadece namaz vakitlerinde değil, Hz. Peygamber bir yere gittiğinde onun geldiğini ilan için de ezan okurdu. (bk. Abdürrezzak, Musannef, l, 464) 63. Zehebî, Siyeru a’lami’n-nübela, l, 347 64. Bilâl el-Habeşi’nin hayatı hakkında bilgi için bk. İbn Sad, Tabakat, III, 232-242; Ebu Nuaym Hilyetü’l-evliya, l, 147-151; İbnu’l-esir, Üsdü’l-gabe, l, 243; Zehebî, Siyeru a’lami’n-nübela,l, 347-360; İbn Hacer el-isabe, l, 273; Tehzibu’t-Tehzib, l, 502.