Sahabeleri Tanıyalım

Hz.Hamza(ra)

ARSLAN ŞEHİD HAMZA BİN ABDİL’MUTTALİB

“Müminler ancak o kimselerdir ki, Allah’a ve Rasülü’ne iman ettikten sonra şüpheye düşmeden Allah yolunda malları ve canlarıyla savaşırlar, işte onlar imanlarında doğruların ta kendileridir.” Hucurât: 15

1- ARSLANIN MÜSLÜMAN OLUŞU

Güneş hergün Haranı Belde Mekke’yi aydınlatarak görevini yerine getiriyor… Günler birbirini takib ediyordu sayılı ömrünü doldurmak için… Birbiri ardınca gelen yeni yeni olaylarla çalkalanıyordu Mekke… Abdulmuttalib’in oğlu Hamza’yı meydana gelen hadiseler, halkı meşgul eden olaylar hiç ırgalamıyordu. O kendi alem içindeydi… O zevk ve arzularının peşinde kafasına göre takılıyordu… Tüm mal, varlığı, makamı, kuvveti, satveti ve gençliği ile… O’na göre hayat, yalnızca dünya hayatı idi. öyleyse ondan bol bol nasiplenip gününü gün etmeliydi…

O’nu ne bir gün ve ne de onda meydana gelen şeyler en-terese etmiyordu… Kendi halkı arasında olanların da hiç birine aldırmıyordu… O’nun kibir ve gururu bunlarla uğraşmaktan alıkoyuyordu… Son olarak Kureyş korkunç bir yeni olayla çalkalanıyordu…Hamza’dan başka herkes bu yeni olayı konuşuyordu…

Rabbin izni ile İnsanları karanlıklardan aydınlığa çıkaracak olan Peygamberlik verilmişti, kardeşinin oğlu Muhammed’e… Tüm kirleri ve pislikleri ile Kureyş, o ilahi sesin karşısında durmuş, onu susturmak için çırpınıyordu. Ve inanan insanlar üzerine son derece katı ve acımasız azap felaketleri yağıyordu…

Aslında Hamza da duymuştu bu büyük sesi… İç yüzünü henüz kavrayamadığı incelik ve derinlikler O’nu da meşgul ediyordu… Faket hayat, tüm cazibeleri ile O’nu sarmış, O da gücünün yettiğince ondan nasipleniyordu… Sanki ruhunun derinliklerinde zaten bulunan hak çağrıya koşmaktan O’nu hep bu cazibeler alıkoyuyordu…!

Müslümanlara karşı işkence ve eziyetler çoğaldı… O kadar ki Allah’ın Rasülü’ne kadar ulaşmıştı işkence bulutları…

Peygamberin amcası Ebû Tâlib, bir gün kardeşi Hamza’yı çağırdı ve O’ndan yeğenini görüp gözetmesini istedi… O an Hamza’nın benliğindeki akrabalık bağları deprendi… Davetine icabet etmese de, yeğenine yardım etmeye karar verdi…

Lâkin yeğeninin tertemiz oluşu, emanete riayet edişi, iffet ve ahlâki olgunluğu O’nu düşündürmeye başlamıştı… Ta çocukluk günlerinden beri O’nunla beraber büyümüşlerdi, hem de aynı çatı altında… Yaşıt oldukları halde ikisi beraber göğüslemişlerdi, hayatın cilvelerini… Hep düşündü bunları… Sonra yeğeninin insanları davet ettiği şeye dikti gönül gözlerini… O hikmet dolu en güzel sözlerle kurtuluşa çağırıyordu halkını… Büyük bir kararlılık ve sabırla canını ortaya koyarak…

Hamza’nın gönlü açılmaya başlıyordu Hakkın pırıltılarına… Korkunç bir savaş alanına dönmüştü havsalası… Orada Allah’ın fıtrat dini ile tüm istek, arzu ve çılgınlıkları ile nefsi çarpışıyordu şimdi…

Ve bir gün Hamza avdan dönmüştü, silahlara bürünmüş bir halde… Her yoldan gelişinde yaptığı gibi tavaf etmek üzere Kabe’ye yöneldi… Halkın arasından geçti, onları yara yara… O’nun kibir ve heybeti ortadaydı zira, Kureyş gençleri ve ileri gelenleri arasında… Derken, Abdulah b. Cudân’ın bir cariyesi O’na doğru varıp, yoluna dikildi ve şöyle dedi:

-“Yazıklar olsun şu Abdül-Menâf oğullarına… Ey Ammâre’nin babası! Yeğenin Muhammed’in Ebu Hakemden [1] çektiklerini görseydin bir! İşte O, O’nu şurada otururken ele geçirdi ve Ona yapmadığı kalmadı… O onları dünya ve ötesi için en hayırlı olana çağırmıyor mu? Ne oluyor onlara da yapmadıkları kalmıyor! Halbuki bu iş hakdan başka bir şey değil!”

Deliye döndü Hamza. Yerinde duramaz bir halde Mescidin kapısını dövmeye başladı. O’nun şu an tek arzusu vardı: Ebul Hakem’i ele geçirmek… Koşar adımlarla yardı geçti insanları ve geldi kabilesi Manzum Oğulları arasında bulunan Hişam oğlunun tepesine dikildi. Yayını kaldırıp indirdi tepesine… Başını yardı herifin… Sonra şöyle gürledi:

-“Demek sen O’na dil uzattın ha?! İşte ben de O’nun dinindenim ve O’nun dediklerini diyorum. Haydi yeterse gücün karşı dur bakalım…!”

Manzum oğulları ayaklandılar O’na karşı. Hamza hepsinin üzerine birden yürüdü kılıcı ile… Önünden kaçıştılar…!

Diğerleri taşkınlığını durdurmak için karşısında durdular. Yaptıklarından dolayı Ebul-Hakem’den özür dilemesini istediler. Sonra yumuşaklıkla şöyle dediler:

-“Ne o Hamza bu gün ters taraftan kalkmışa benzersin!”

O an şöyle cevap verdi Hamza:

-“O’nun Peygamber olduğunu açıklamamdan kim beni alıkoyabilir? Andolsun ki vazgeçmeyeceğim davamdan… Kendinize güveniyorsanız hadi beni bu işten alıkoyun…!”

Başının kanı ile Ebû Cehil kalkıp şunları dedi kavmine:

-“Hamza’yı kendi haline bırakın. Gerçekten ben Onun yeğenine olmadık şeyleri söylemiştim, Hamza haklı bu işte…!”

Hamza evine döndü. Zihnindekiler her yandan beynini zonklatıyordu. Cesedi başını taşıyamayacak bir hale gelmişti. Kendini sedirin üzerine attı. Bir gün ve bir gece Öylece geçti… Ne gözlerini uyku tuttu, ne de yemek için canı bir şeyler istedi… Kendini şaşkına döndüren yeni dini düşünüyordu hep… Ve şeytan boş durmuyor ve şöyle diyordu:

-“Sen Kureyşin efendisisin… Dinini terk edenlere uyup sende mi atalarının dinini terk edeceksin…Senin için ölüm, bu yapacaklarından daha iyi…!”

Yavaş yavaş kendine geliyordu Hamza… Kendi kendine şöyle yakarıyordu:

-“Ben ne yaptım? Allah’ım eğer bu din haksa kalbimi ona aç. Yok hak değilse beni bu halden kurtar ne olur…

Şüphe ve kuruntular tekrar tekrar O’nun üzerine çullanıyor ve O kendi kendine şöyle diyordu:

-“Şüphesiz ki bu dinin sahibinin katında dinine yardım edecek bir güç vardır…”

Ve sabahın aydınlığında Hamza, Allah Rasülü’nün kapısındaydı. Daha kapıyı çalmadan Hamza’yı her yandan kuşatan ve kendine getiren hidayet nurları kaplamıştı… Allah’ın Rasülü tepeden aşağıya Hamza’ya baktı baktı… Hamza dört bir yandan nurlarla kaplanmıştı… Apaydınlıktı şimdi Hamza… Allah’ım, kendini ısıtan bu olağan üstü güç neydi?! Hüzünlü ve huşulu idi Hamza… Ağır ve tok adımlarla yöneldi Hamza, Allah Rasülü’ne doğru…

Yüce Rasül (s.a.a) O’nu oturttu ve ağır ağır göğsüne bastı Hamza’yı. Hamza şöyle diyordu:

-“Ey kardeşimin oğlu… Bana bir hal oldu ki, ondan kurtulmam mümkün değil… O hal beni, doğru mu, yanlış mı olduğunu kestiremediğim bir şeyin içine sürükledi… Söyle bana ey yeğenim, senin konuşmana yanıp tutuşmaktayım şu an…!”

Allah Rasülü (s.a.a), O’na yöneldi ve aldı O’nu, aydınlık ufuklara götürdü. O’na yücelerden ilahi mesajları okumaya başladı…

O’na parıltıların altında Hakkın sözlerini irad ediyordu… O sözlere iman edip gereğini yapanlara kalıcı hayatta daimi nimetler, dünya hayatını yeğleyerek onlara karşı gelenlere de acıklı azaplar vaad ederek… Okudu, okudu… Okunan ilâhi âyetler karşısında Hamza, haşyet ve nedamet gözyaşları dökerek eridi, eridi… O Kur’an ki koskoca Kâinat’a iniyor ve kâinat Allah korkusundan secdelere kapanıyordu da Hamza’ya ne oluyordu! İrkildi, titredi Allah’ın arslanı, kendine geldi ve imân etti… Ve şöyle haykırmaktan da kendini alamadı:

-“Ben bilirim ve tüm cihana ilan ederim ki, Sen doğrusun. Açıkla dinini ey kardeşimin oğlu… Vallahi ben artık, bundan sonra önceki dinimde olduğum halde semanın beni gölgelendirmesini istemiyorum..!’

Artık gökyüzü ve yeryüzü şâhid olsundu ki, Abdulmuttallib oğlu Hamza teslim olmuş ve imân etmişti…

2- ARSLANIN KUVVETİ

Hamza müslüman olmuştu… Kureyş anladı ki Rasûlulah gücüne güç katmıştı artık O’nu Hamza koruyacaktı… O’ndan çekinip yaptıklarının bir bölümünden vazgeçtiler… O’na sunacakları yeni yeni teklifler üzerinde durdular… Utbe bin Rabia’yı mal, mülk vaadleri ile ve saltanat teklifleri ile vazgeçirebilmek için O’na gönderdiler… Fakat hiç birşey Allah Rasulü’nü yoldan döndürmeye yetmiyordu… Tüm her şeyin anahtarı kendisine teslim edilecek olsa bile…

Kendini Allah yoluna adamış olan Hamza ise onlara korku salıyor, dehşet veriyordu. O, her yerde tüm gücü ile Müslüman olduğunu pervasızca haykırıyordu. Sanki O, bu hali ile kavmine meydan okuyordu. Biri karşısına çıktı mı, yahut onlardan bir zalim bir müslümana ilişti mi, O, ancak böyle yapmakla gönlünü serinletebiliyordu…

Hakkın karşısında, batıl sancaktarlığını bu sefer Ömer bin Hattab üstlenmişti, sonunda O Peygamber’i öldürmeyi planladı. Ve Ebul-Erkam’ın oğlu Erkam’ın evine doğru yollandı… Orada Müslümanlarla birlikte bulunuyordu Allah’ın Rasülü… Giderken yolda biri kız kardeşinin ve eniştesinin de Müslüman olduğunu haber verdi. Deliye dönmüş bir halde bu sefer onların evine doğru yöneldi. Kapıdan okunan Kur’an âyetlerini işitti. Sanki kız kardeşi kendisine meydan okuyordu… İçeri girip O’nu kanlar içerisinde bıraktı… Sonra yaptığına pişman oldu, kardeşinin eliyle imân gönlüne girmeye başladı…

Kılıcı boynunda asılı olduğu halde Ömer süratle Erkam’ın evine yöneldi. Kapıyı çaldı. Sesini işiten müslümanlardan biri kalkıp, kapı aralığından bakınca Ömer’i gördü… Emin olmak için bir iyice baktı. Evet Ömer’di kapıdaki..

Dönüp durumu Allah Rasulüne (s.a.a) haber verdi:

-“Kapıdaki Hattab oğlu Ömer, hem de yalın kılıç!”

İşte o an, ok gibi kalktı Hamza ve şöyle dedi;

“O’na izin veriniz Yâ Rasûlallah. Eğer O, hayırlı bir iş için gelmişse hoş gelmiş, yok niyeti kötü ise O’nun kendi kılıcı ile boynunu vururum..”

Allah davası uğruna Hz. Hamza korkusuzdu… Tüm kavmi savaş açsa hiç çekinmeden onlarla savaşırdı… Çünkü O’nun gayesi ancak Allah’ın hoşnutluğu idi… O, O’nun için yaşar ve O’nun için candan geçerdi…

Çok geçmeden, Allah Rasülü’nün huzurunda Ömer de hulûsi kalb ile âlemlerin Rabbi’ne teslimiyetini ilân ediyordu… O’nun Müslüman olması ile Hak dava gücüne güç katmıştı…

Tüm şer güçler Hak davaya karşı omuz verip birleşti… Lâkin Hak daveti hangi engel durdurabilirdi ki?! O’nun tüm yeryüzüne yayılması gerekiyordu… Derken Habeşistan’a hicret gerçekleşti… Dinleri uğruna bir topluluk hicret ediyordu… Çünkü onların mesajı ne sadece Mekke için, ne de yalnızca Arab Yarımadası içindi… O davet, herhangi bir coğrafi sınır, ırk, cins, dil tanımadan tüm beşeriyeti bir ümmet haline getirmeyi hedefleyen bir davetti… Çünkü O, beşeriyetin varlığını sürdürebileceği nizamı bahşeden ilahî bir çağrı idi…

Şu husus da tarihen sabit olmuştu ki, bir kavim o dine savaş açmışsa, bir diğeri de kucak açıyordu. Biri onu yok etmek için uğraştıkça, onu yükselten bir toplum çıkıyordu. Çünkü güç, kuvvet, feyz ve bakiliğin kaynaklarına sahip bir dindi o…

İşte Mekke de O’nunla uğraşmaya güç yetirememişti. Müslümanlar bu sefer Medine’ye yönelmişlerdi, Allah yolunda hicret için… Ve onlar “Rabbimiz Allah’tır” demelerine karşılık zorluklar içerisinde yurtlarını, evlerini, barklarını, ailelerini tek ediyorlardı…

Hz. Hamza da dini uğruna hicret etti… O, biricik Mekke’sinden ayrılıyordu… Arkasında çeşitli hatıralar bırakarak… İşte gençliğinin baharını yaşadığı yerler… İşte üzerlerine zevk ve neşe ile gezindiği vadiler ve tepeler… Ve işte dostları… İşte artık sona eriyordu, o didinip de bir türlü yola getiremediği arkadaşları ile olan dostluklar… Tüm malları, evleri, mülklerinden vazgeçirmişti nefsini, Allah ve Rasülü’nün hoşnutluğunu umarak…

Medine’ye, bir günlük yiyeceği bile hazırda bulunmayan yok yoksul bir insan olarak vardı… Hiçbir şeye sahib değildi, ama hayatın kendisi olan, öldükten sonra da ölümsüzlüğü kendine bahşedecek olan imânı vardı ya… Ensâr ailesinin bir ferdi oldu… Muhacir kardeşlerini kendi nefislerine tercih eden Ensâr ailesinin bir ferdi…

Kendisine karnını doyurabileceği uygun bir iş bulması için Allah Rasülü’ne müracaat eder, Hamza (r.a). Zira Kureyş’in Efendisi hiçbir kimseye yük olmak istemiyordu…

Peygamber (a.s) Ensâr ile Muhacirler arasında kardeşlik ilân edecekti… Fakat O, Hamza için kardeş olarak, kendi azadlı kölesi Zeyd b. Hârise’yi uygun gördü… Kureyşin efendisi Hamza da azad edilmiş bir köleyle kardeşliğe razı oldu… Çükü İslâm köle, efendi diye bir ayrımı ortadan kaldırmıştı. Artık takvadan başka Arab olmayana herhangi bir ayrıcalığı kalmamıştı.

Hamza b. Abdulmuttalib bu kıtlıklarla dolu çekilmez hayatı iman ve takva zenginliği ile göğüsledi ve sonunda müslümanlara cihad için izin verdi.

3- ALLAH VE RASÜLÜNÜN ARSLANI

“Kendileri ile savaşılanlara, uğradıkları zulme karşılık vermek içın savaşa izin verildi. Şüphesiz ki Allah onlara yardım etmeye mutlak kadirdir.” [2] Artık şimdi müslümanlar, düşmanlarına kılıçla karşılık veriyorlardı. Kıtal âyetinden önce de Hamza için düşmanla savaş yeni değildi… Peygamberimiz (s.a.v) Ebva Mevkine Gaza etmişti… O Gazadan dönüşünde Hz. Hamza’yı, Kureyş kervanını karşılamak üzere İs Nahiyesinde bulunan Sîfu’l-Bahr mevkine göndermişti. Bu seriyye birliği 30 muhacir süvariden oluşmakta olup içlerinde Ensâr’dan hiç kimse yoktu. Ebû Cehîl kumandasındaki 300 kişilik bir süvari birliği ile sahil şeridinde karşı karşıya geldi Hz. Hamza. Sayılarının bu kadar kalabalık olmasına rağmen bu karşılaşmadan hoşnut oldu. Onlardan herbiri düşmanlarının üzerine atılmak için sabırsızlanıp duruyordu…

Arabulucu olarak Adi bin Amr el-Cühenî araya girmemiş ve Kureyş’in Efendisini zorlukla zaptetmemiş olsaydı iş olup bitmişti… Ki Müslümanlar kâfirlerin onda biri idiler…

Medine dönüşünde arkadaşları, Peygamberin sancak bağladığı ilk er oluşunu kutlayan şu beyitlerini işitiyorlardı Hamza’nın ağzından:

“Peygamberin emriyle, ilk üzerinde sancak dalgalanan er benim.

Yaptığını en güzel yapan izzet ve kerem sahibi Rabbin yardımı katında olan bir sancak…

Ki biz atıştığımız zaman develer ve tüm binekler okların düşeceği yerlere sığınıp çökerler…

İşte o zaman biz deriz ki o müşriklere: Bizim yardımcımız Rabbimizin kopmaz ipidir. Sizin ise sapıklık ve cehaletinizden başka bir şeyiniz yok…

İşte orada Ebû Cehîl azgınca öne atıldı. Allah ise onu hezimete uğrattı, tuzağını başına geçirdi.

Biz yalnız otuz süvari idik, onlar ise iki yüzün üzerinde idiler…

Ey ahmaklar, azgınlarınıza uymayın da, dosdoğru yol İslâm’a dönün.

Gerçekten ben üzerinize azabın yağmasından korkuyorum. O zaman pişmanlık ve hüsran içerisinde yakarırsınız ama iş işten geçer…”

Allah’ın Rasülü ashabından 313 kişi ile Bedir’e yürüdü. Şam tarafından gelmekte olan Kureyş kervanını karşılayıp, gasbedilmiş haklardan bir kısmını geri almak için…

Savaş için her hangi bir hazırlıkları yoktu, yanlarında sadece yakın mesafeden savunma silahı olan yolcu silahları vardı. Onların 70 deve ve bir kaç attan başka bir şeyleri de yoktu…

Kureyş kervanı deniz yolunu tutarak, kaçıp kurtulmayı başarmıştı. Endişe dolu haberi, İslâm tehlikesini (!) bildirmek için Mekke’yi boylamıştı…

Kureyşliler topyekün hazırlanıp çıktılar… O zamana kadar Arab aleminde görülmemiş büyük ve techizatlı binin üzerinde savaşçıdan oluşmuş bir ordu ile yola çıktı… Beraberlerinde 200 at ve 600 deve orduya eşlik ediyordu… Çoğu gözleri dışında hiçbir yerleri görülmeyecek şekilde zırhlara bürünmüş, demir yığınından ibaret bir ordu…!

Müslümanlar Bedir kuyularını tutmuşlardı. Düşmanlarını ondan men etmek için, bir de havuz yapmışlardı. Derken iki taraf arasında tartışma baş gösterdi. Allah düşmanları ahlaksız, düşük adam Esved’i su için yollamışlardı… Azgın, havuzdan içmeye, olmazsa onu yıkmaya, yahut da bu uğurda ölüp gitmeye and içmişti…

Havuza doğru yöneldi herif… Hz. Hamza da kılıcını sıyırıp ona doğru vardı… Havuzun önünde kılıcını, ahlaksızın ayaklarına indirdi… Azgın, kesilen ayaklarından kanlar boşanarak sırt üstü devrildi… Bu sefer diğerleri kalkıp üşüştüler herifin yeminini yerine getirmek için havuzun üstüne. Yine Hz. Hamza vardı havzun başında öldürücü darbeleri ile…!

Kureyşliler birbirlerine bakınarak dönüp gittiler karargâhlarına… Birazdan Utbe ve kardeşi Şeybe ve oğlu Velid ile er dileyerek meydana çıkıp haykırdı kuzgun gibi:

-“Ey Muhammed! Haydi bakalım dengimiz olan üç kişi çıkar meydana…!”

Önderimiz (s.a.a) ferman buyurdu:

-“Kalk ya Ubeyde bin Hars… Kalk ey Hamza… Kalk ya Ali…”

Utbe tekrar gürledi:

-“Kimsiniz siz?”

Hamza (r.a) cevab verdi:

-“Ben Allah ve Rasülü’nün Arslanı Hamza…”

Ubeyde (r.a) ve Ali (r.a) da kendilerini tanıttılar… Allah düşmanı şöyle dedi:

“Gerçekten tam denklerimiz çıkmış karşımıza…”

Çok geçmedi ki Allah’ın arslanı Hamza, yiğitlerin şahı Ali ve cengaver Ubeyde o üçünün de işini bitiriverdiler. Ve ardından iki ordu birbirine girdi…

Harb kızışmış, kıran kırana devam ediyor. Hamza (r.a.) ise bir sağa bir sola taşkın akan sel gibi akıyor, bir yerden diğer bir yere koşuyordu… Adeta ekin biçer gibi doğruyordu müşrikleri… Düşman ordusu çözülmüş, Kureyş liderini bir korku kaplamıştı… İşleri karışmış, planları alt üst olmuştu… Artık daha fazla tutunamayıp yaşama hırsı ile tabanlara kuvvet kaçıyorlardı, hem de arkalarına bile dönüp bakmadan…

Abdullah bin Mesud, Ümeyye b. Halefi esir almış, Rasûlüllah’a götürüyordu. Yolda Ümeyye sordu:

“Ey Abdullah, şu sizin önünüzde çarpışan göğsü nişanlı adamda da kimdi?” Abdullah cevap verir: “O mu? O, Hamza bin Abdulmuttalip’tir.” Şöyle der kâfir:

“O adam var ya, bize ne oldu ise hep O’nun yüzünden oldu..!”

Ve Kureyş aşağılanmış ve rezil bir halde geri dönerken, içlerinden biri şöyle sesleniyordu onlara:

“And olsun ki, sizin şerefinizi Hamza bin Abdul-muttalip katletmiş, şerefinizi beş paralık etmiş ve sizi yerin dibine geçirmiştir… İçinizden şereflileriniz ve liderleriniz O’nun eliyle ölümü tatmıştır… Ah, ey Kureyş’in intikamı ve ey sinirlere oturan kin, neredesin?!”

O sıralarda Hz. Hamza ağırbaşlı ve mütevazi bir halde, başı yerde Allah Rasülü’nün sancağı altında Medine’ye dönüyordu… Bir yandan da dostlarına yardım edip, düşmanlarını kahreden Allah’ı tesbih ediyor ve O’na hamd ediyordu.

4- ARSLANIN BAHADIRLIĞI

Aradan bir yıl geçti… Kureyş Bedir’de öldürülen efendilerinin intikamı ile yanıp tutuşarak müslümanlarla savaşmak üzere savaş hazırlıklarına koyuldu… Müşrikler savaşa doğru yollanırken Cübeyr bin Mutun, mızrağı hiç hedef şaşmayan Habeşli kölesi Vahşi’yi çağırıp şöyle dedi:

-Haydi sen de halkla beraber çık ve savaşa katıl. Bedir’de öldürülen amcam Taîme’ye karşılık, Muhammed’in amcası Hamza’yı öldürürsen hürsün…

Kureyş tüm harb hazırlıklarını tamamlayarak, Kinane ve Tihâmeli müttefikleri ile birlikte yola çıktı. Beraberlerinde onların savaş meydanından kaçmalarını önleyebilmek için kadınlar davardı…

Ebû Sufyan da karısı Hind ile savaşa katılmıştı… Hind yolda Vahşi ile karşılaşınca, Bedir’de öldürülen babası, kardeşi ve amcasına karşılık, Muhammed, Hamza veya Ali’den herhangi birisini öldürmesi için O’nu kışkırttı ve şöyle dedi:

-“Haydi göreyim seni ey Ebû Desime! Onlardan birini öldürerek gönlüme şifa ver ki şifa bulasın..”

Kureyş gibi Hind de çok iyi biliyordu ki Hazreti Muhammed öldürülemezdi. Yaklaşılamıyordu bile, çünkü çok iyi korunuyordu. Hamza ve Ali’yi de savaş meydanında erkekçe öldürmek mümkün değildi. Ancak hile ile öldürülebilirlerdi. Aksi takdirde amacına ulaşmak onun için hayaldi…

Ve uğursuz savaş başladı. Üç binlik müşrikler ordusu ile, sayıları bini bile bulmayan inananlar ordusu arasında…

Allah’ın Arslanı Hamza, safları yara yara düşmanın içlerine içlerine ilerledi. O’nun karşısında hiç kimse tutunamıyordu… Daha savaşın başında bir çırpıda ileri gelen müşriklerden Ertaa bin Şurahbîl’in işini bitirdi…

Sonra Kureyş sancaktan Ebu Talha’nın oğluna saldırıp, O’nun da defterini dürdü… Kureyş sancağı yerlerde sürünüyordu… Derken Sibâ bin Abdulazza karşısına çıktı, O’nu da yere serdi Hamza… Sonra Önüne geleni biçercesine daldı Kureyş’in içine…

Vahşi tüm bu olanları seyrediyordu, saklandığı tepenin arkasından. Ve bir fırsat gözlüyordu hep… Kendi ifadesine göre Vahşi, O’nu yalın kılıç boz develer gibi kükrediğini ve elinden hiç kimsenin kurtulamadığını görüyordu… Karşısına Sibâ çıkınca, Hamza şöyle kükremişti:

-“Gel ey kadın sünnetçisinin oğlu gel… Demek sensin Allah ve Rasülü’ne karşı gelen ha ?!”

Sibâ’ın annesi Mekke’de gerçekten kadın sünnetçisi idi…

Vahşi bir çırpıda Sibâ’ın işini bitiren öldürücü korkunç darbesini de irkilerek görmüştü Hamza’nın…

Bu yüzden tepenin ardında çok dikkatli bir bekleyişin içindeydi… Kendisini kimsenin görmediği o büyük kayanın gerisinde kalleş bir fırsatı yakalayabilmek için… Gözlediğine göre Peygamber şehadete and içmiş cengaverlerin oluşturduğu etten duvarla sarılıydı, kimse yaklaşamazdı O’na.. Bebeğin annesinin göğsüne olan tutkunluğu gibi cihada ve şehadete vurgun olan Ali de döne döne savaşıyor, karşısına çıkanı biçiyordu..[3] O’na da herhangi bir yönden yaklaşmak mümkün değildi.. Yalnız Allah’ın arslanı Hamza önüne gelenin işini bitiriyordu..[4] Arkasını kollamıyordu.. Bu yüzden Hamza’nın boş anını gözlüyordu Vahşi..

Derken beklenen korkunç an geldi… Hamza kılıcı ile bir başka gurubun üzerine yönelmişti, onları yere sermek için… önünde kimse tutunamıyor, karşısına çıkanlar ya ölüyor ya da kaçıyordu… İşte o an Vahşi bulunmaz bir fırsat yakalamıştı… Derhal mızrağını, herkesin beğeneceği bir atışla fırlattı… Hamza ise hala önündeki Allah düşmanları ile meşguldü… Mızrak hedefini bulmuş ve O’nun böğründen girip bacakları arasından çıkmıştı… İşte ancak o zaman görebildi Hamza pusudaki sinsi katilini… O’na doğru koşmaya yeltendi.. Vahşi korkudan kaçıp yine saklandı.. Lâkin Hamza’nın böğründeki uğursuz mızrak O’na engel oldu… Hamza arslanlar gibi yere yıkılmıştı…

Vahşi, O’nun iyice ölmesine, ruhunun melei âlâya çıkmasına kadar bekledi pususunda… Sonra kalkıp mızrağını, aldı ve savuşup gitti harbden uzak yerlere doğru… Zira O’nun görevi bitmişti… Ebu Süfyan ve Hind’in lütuflarına mazhar olacaktı..

Ve Uhud bitti, ama arslanları bitirerek… Vahşi’den daha vahşi olan Hind, Hamza’nın yanına vardı, karnını yarıp ciğerini çıkardı O’nun… Ağzına alıp dişledi, fakat onu yutamayıp tükürdü… Sonra yüksek bir kayanın tepesine çıkıp, sesini yükseltip şunları söylüyordu:

-“Biz işte şimdi Bedir’in öcünü aldık. Zaten harb harbe bedeldir, Uhud da Bedir’in faturası oldu…

Gerçekten benim, ne babam Utbe’ye ne kardeşim ve ne de amcamın acısına dayanabilecek halim kalmamıştı…

Ama artık gönlüm serinledi, adağımı yerine getirdim. Vahşi gönlümde kaynayan yaraya su serpti.

Ömrüm boyunca ve hatta mezarda kemiklerim çürüyene dek Vahşi’ye teşekkür etsem azdır yine de…” Daha sonra Ebû Sufyân Hz. Hamza’nın yanına geldi, mızrağını O’na dürterek şöyle dedi:

-“Al bakalım, tat şimdi acıların acısını…”

Abdulmuttalib oğlu Hamza ölmüştü artık…! Hamza mı, O muydu öldürülen? Elbetteki hayır! And olsun ki O’nu melekler yüklenip götürmüşlerdi yücelere. O şimdi şehidlerin efendisi ve ölümsüzlerin şahı [5] idi…

Rasulullah (s.a.a) emir verdi ve Hamza (r.a) huzuruna getirildi… Allah’ın Rasülü amcasına baktı… Karnı deşilmiş, burnu ve kulakları doğranarak O’na müsle [6] yapılmış… Bunun üzerine O (s.a.a) şöyle buyurdu:

-“Bana Cibril (a.s) gelip haber verdi ki; Hamza b. Abdulmuttalib, yedi kat semada “Allah ve Rasûlü’nün Arslanı” diye kayda geçmiştir.”

Bir an sükut etti Allah Rasülü, sonra başını kaldırıp şöyle buyurdu:

“Buradan daha korkunç hiçbir yerde durmamıştım şimdiye dek.”

O dehşetli hengamede Abdulmuttalib’in kızı Hz. Safîyye’nin şehid kardeşini görmek için oraya gelmekte olduğu görüldü… Peygamber (s.a.v), Zübeyr bin Avvam’a annnesi için emir verdi:

-“O’nu al ve buradan uzaklaştır ki, kardeşini bu hallerde görmesin.”

Zübeyr koştu annesine ve şöyle dedi:

-“Anacığım, Rasülüllah senden geri dönmeni istiyor…”

Sabır ve kararlılık içerisinde cevap verdi Hz. Safiyye:

-“Niyeymiş o? Ben zaten duydum, kardeşime müsle yapıldığını… Değil mi ki bu, Allah uğruna oldu… Biz buna nasıl rıza göstermeyiz?.. Andolsun ki, Allah izin verirse ben, sabredeceğim ve karşılığını Rabbimden bekleyeceğim…”

Zübeyr (r.a), gelip anasının dediklerini Allah Rasülü’ne ulaştırdı. Bunun üzerine O (s.a.v) şöyle buyurdu:

– Aç O’nun yolunu…

Allah’ın Rasülü Hamza’nın cenaze namazını kıldı… Sonra Ensâr’dan bir şehid getirildi, O’nun namazını da Hamza ile beraber tekrar kıldı… Tüm şehidler üzerine ayrı ayrı namaz kıldı, her seferinde Hamza da vardı namazı kılınanların içinde… Tâ ki Efendimiz O’nun üzerine 70 kere cenaze namazı kılmış oldu… Sonra savaş meydanında bir kabir içinde kız kardeşinin oğlu Abdullah bin Cahş ile birlikte defnedildi şehidlerin efendisi…

Ve Uhud’da Allah Rasûlü’ne şu âyet indi:

“Eğer herhangi bir ceza ile onlara karşılık verecekseniz, ancak size reva görülenin aynısı ile misilleme yapın. Sabredecek olursanız, andolsun ki bu sabredenler için daha hayırlıdır. Sabret. Senin sabrın Allah’ın tevfıkından başka bir şey değildir…” [7]

Allah Rasülü (s.a.v) Medine’ye döndü… Feryat figanları yükseliyordu nurlu şehirden… Efendimiz (s.a.v) yanındakilere bu seslerin ne olduğunu sordu, şu cevap verildi:

-“Onlar, ölüleri için ağlayan kadınlardır, Ya Rasülallah…”

O şöyle buyurdu:

-“Fakat Hamza’nın hiç ağlayanı yok!”

Rasûlullah (s.a.v), Hz. Hamza için istiğfar ve duayı çoğalttı… Bunu duyan Ensâr’ın efendisi Sad bin Muâz, Abdul Eşhel oğullan yurduna varıp oradaki kadınlara şunları söyledi:

-“Vallahi, Peygamber’in orada “ağlayanı yok Hamza’nın” deyip dururken; önce O’nun amcası için ağlamadıkça, Ensâr şehidleri için ağlamak size yakışmaz…”

Bunun üzerine Ensâr hanımları şu manada sözler söyleyerek ağlaşmaya başladılar:

“Ağla gözlerim, sana ağlamak yaraşır…

Hiç bir ağlama ve feryat yetmez Allah’ın Arslanına Ki o, sabahleyin hakkında; “Hamza mı öldürülen” diye söylenen yiğittir.

O’nun ölümü ile Müslümanlar ve özellikle Peygamber derin hüzünlere boğulmuşlardır.”

Onları işiten Peygamber (s.a.a);

-“Bu da ne?” diye sorunca, şöyle cevap verdi yanındakiler:

-“Hamza’ya ağlamayı kendi ölülerine ağlamaya tercih eden Ensâr hanımları bunlar…!”

Önderimiz şöyle buyurdu (s.a.v):

“Allah iyiliklerini versin onların…”

Allah Rasülü (s.a.a) onlara ve tüm şehidlere istiğfar ve duada bulundu.

Ka’b b. Malik de, Hz. Hamza’ya ağıt düzerek şöyle diyordu:

“Şanı yüce oldu Haşim oğullarının gözdesinin. Şeref, fazilet, erkeklik, efendilik, yiğitlikle…

O uğursuz kanlı günde; yiğit, atılgan, bahadır, kahraman, kasıp kavurucu bir rüzgar gibi esmişti…

O Peygamber amcası ve sevgilisinin gönlü hoş oldu orada… Ve O’na ölüm geldi, Peygamber ordusunun bir neferi olarak şehadeti arzulayan erler için bir şeref tablosu bırakarak geride…”

Peygamber şairi Hassan da göz yaşları içerisinde şunları terennüm ediyordu:

“Ey Hamza, hayır vallahi, yetimler, misafirler ve utangaç dul kadınların belini kıran, o kapanmaz yaranla seni unutmayacağım…

Ve dünya durdukça, bir harb yerini bir başka harbe bıraktıkça unutmayacağım seni Ey bahadır süvarî…!”

Evet Hazreti Hamza ebedi istirahatgâhında uykuya dalmıştı, şehadet adaylarına örnek tablolar bırakarak… O’nun atakları son bulmuştu artık… Tevhîd âyetleri ile dolu olarak gürleyen naraları tükenmişti artık, başka yiğitler devralacaktı bu misyonu… O, karşısındaki soylu insanların yüreklerine korku salan, zaman ve mekanın önüne çıkan tüm engelleri aşan Hamza’nın…

Peygamberin yardımcısı ve sevgilisi şehadet şerbetini içmişti… Peygamberler önderi ağlıyordu ardından… Ve sema ağlıyordu şu âyeti tekrarlayarak:

“Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Aksine onlar Rableri katında diridirler. Öyle ki; Allah’ın katından kendilerine verdiği ile hepsi de şâd olarak cennet nimetleriyle rızıklanırlar. Arkalarından henüz onlara katılmayan şehidler hakkında da: Onlara hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir diye müjde vermek isterler.” [8] ——————————————————————————–

[1] İslâm gelmeden önce O’nun adı Hişam oğlu Ebul-Hakem idi. Hikmetin babası. Çünkü o kafası çalışan biri idi. Fakat, İslam; Hakk’a olan düşmanlığından ötürü O’na Ebû Cehîl adını layık gördü. Artık O ve O nun gibiler cehaletin babası olarak tarihe geçeceklerdi bundan sonra..

[2] Hacc; 39

[3] Bu yüzden Hazreti Ali’ye Haydar-ı Kerrar -dönerek vuruşan aslan- ismi verilmişti..

[4] O kadar ki Hazreti Hamza’nın sadece Uhud’da öldürdüğü Kureyş liderlerinin sayısı otuzu geçmişti..

[5] Hazreti Hamza Seyyid’üş-Şühedadır – Şehitlerin Efendisidir. Bu lakab şanlı Kerbela kıyamından sonra Hazreti Hamza’nın muhterem biraderinin (s.a.a) torunları Hazreti Hüseyin’e (r.a) geçmiştir..

[6] Müsle, cahilî Arabların, öldürdükleri düşmanlarının organlarını kesip gerdanlık, halhal yapmaları işidir. İslâm kâfirlerin cesetleri için bile müsle yapılmasına izin vermeyip, onu haram kılmıştır.

[7] Nahl: 126-127

[8] Âl-i İmran; 169-170

İlgili Makaleler

Bir Yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Göz Atın
Kapalı
Başa dön tuşu